Vefa Klinik
  • Ana SayfaVefa Klinik
  • Hakkımdayakından tanıyın
    • Özgeçmiş
    • Yayınlar
  • Çocuk Kalbisizin için
    • Anjiografi Nedir?
    • Çocuklarda Doğumsal Kalp Hastalıklarının Belirtileri
    • Ekokardiyografi Nedir?
    • Erişkinlerde Doğumsal Kalp Hastalıkları
    • Atriyal Septal Defekt
    • Patent Duktus Arteriosus
    • Ventriküler Septal Defekt
    • Üfürüm Nedir?
    • Kapatılan Kalp Delikleri
    • Aort Koarktasyonu
    • Melike
  • Çocuk HastalıklarıHastalıklar
    • Down Sendromu
    • Ateş Nedir?
    • Aşılar ve Aşılama
    • Domuz Gribi
  • İletişim

Çek Cumhuriyeti

  • Anasayfa
  • Çek Cumhuriyeti
GÖRDÜĞÜM KENTLER
PRAG
Ocak 2005
Soğuk bir kış günü, ocak ayının ortalarında, kısa sayılabilecek bayram tatilini Prag’da geçirmeye karar verdik. Prag’ı seçmemizde kentle ilgili masalsı söylentiler, gideceğimiz kısa zaman diliminde doyasıya gezebileceğimizi düşünmemiz, diğer birçok Avrupa kentine göre daha ucuz olması bizi yönlendirdi. Bunların yanı sıra bence Avrupai şehirler içerisinde öncelikli görülmesi gereken yerlerden birisiydi. Böylece karar verdik ve sevgili arkadaşlarımız M ve N ile beraber hazırlıklarımızı tamamlayıp yola düştük.
İstanbul Atatürk Havalimanından sabahın erkeninde Atlas Jete bindik, 7:30-8:00 civarında Prag Uluslararası Havalimanındaydık.

Havaalanı küçük, gösterişsiz ve tenhaydı. Genel olarak ortam ve özellikle tuvalet temizliği iyi değildi. Pasaport işlemleri için fazla beklemedik ve tur otobüsüne yerleştik. Biz her ne kadar otele gideceğimizi sanıyorduysak da aslında yarım günlük şehir turunu hemen yapacağımızı öğrendik. Sabaha dek uyumamış olmamız nedeniyle yorgunduk, hava soğuktu ve karnımız açtı. Neyse vız gelir dedik ve düştük rehberin peşine.
Öğlene dek Kale (Hradcâni), Parlamento binası, Charles Köprüsü (Karlovmost), Eski Şehir Meydanını (Staré Mésto) hızlıca turladıktan sonra Eski Şehir Meydanında bir restoranda ilk molamızı verdik ve öğle yemeğimizi yedik. Bundan önce Meydandaki bürolardan Çek para birimi olan krona (veya koruna) aldık. Bir dolar yaklaşık 21-22, 1 euro ise yaklaşık 30 kron civarındaydı. Saat 13:30-14:00 sıralarında otele yerleşmek üzere tekrar otobüse bindik. Odamıza yerleştiğimizde soğuk ve yorgunluğun etkisiyle olsa gerek akşamın ilk saatlerine dek güzel bir uyku çektik.
Uyandığımızda hava hafiften kararmaya başlamıştı. Acıkmaya da başlamıştık. Olimpik otel, Prag’ın İnvalidovna bölgesinde 4 yıldızlı, ancak odaları küçük ve fazla özelliği olmayan bir oteldi. Sonradan hizmet kalitesinin de iyi olmadığına karar verdik, neyse ki uyumaktan öte pek kullanmadığımızdan çok da umursamadık.
Otelin 200m kadar ilerisinde metro istasyonu vardı ve epeyce derindeydi. Upuzun ama hızlıca yürüyen merdivenler ile inilip çıkılıyordu. Üç büyük hat ile hemen hemen Prag’ın tüm bölümlerine ulaşılabiliyordu. Ayrıca metro dışında tramvay ve otobüs ağı ile taksiye hiç gerek kalmadan hem de uygun fiyata ulaşım kolaylığı sağlanmış durumdaydı. Dolayısıyla gündelik ulaşım yönünden halkın bir problemi yoktu.
 
Metroya bindik ve Prag için merkezi bir nokta olan Mustek’te (Nové Mésto) indik. Acilen bir amerikan fast-food lokantasına kendimizi attık. Sonrasında turlamaya başladık, mevsimden kaynaklanan sebeplerle caddeler sakindi. Güzel bir iş merkezinin altında canlı bir kafeye rastladık, garson kızlar hoş ve davetkardı. Güzel bir müzik çalıyordu, hava soğuktu ve yorgunduk. İçeri daldık, hemen sıcak şaraplarımızı söyledik. Şarabın ekşi tadı, içerinin sıcağı bizi gevşetti. Prag’la ilgili ilk yorumlarımıza başladık. Öğlen yediğimiz değişik ve acımsı tadıyla bizim sevmediğimiz bir sosla tatlandırılmış gulaş et yemeğini hepimiz lezzetsiz bulmuştuk. Zaten ilerleyen günlerde yemek açısından fazla bir beklentimizin olmaması gerektiğini anladık. Damak tatlarımız Çeklerinkinden oldukça farklıydı. Son metronun saat 23:30’da olduğu söylenmişti, yakın bir istasyondan otelimize döndük.
Ertesi gün kahvaltının ardından yine metroyla Mustek’e gittik. Ana caddeden aşağıya doğru yürümeye başladık. Şehirde genel olarak göze çarpan insanların sakinliğiydi. Hem yollar hem de trafik akıcı ve düzenliydi. Sokaklarda karmaşa, kargaşa ve koşuşturmacaya rastlamadık. Mustek, caddenin sonunda Ulusal Müzenin (National Museum) yeraldığı, alışveriş merkezlerinin, gece klüplerinin ağırlıkta olduğu canlı bir merkezdi. Yol boyunca sıralanmış birçok büfe vardı. Büfelerden en fazla koca sosisli sandviçler tüketiliyordu. Mustek’ten, Eski Şehir Meydanı 15-20 dakikalık bir yürüme mesafesinde. Meydanda çok sayıda yerel restoran ve ayaküstü lokanta vardı.

Tüm meydanda ve cadde boyunca, ara sokaklarda herhangi bir konsere, gösteriye, strip-bara çağıran, elimize broşür sıkıştıran çığırtkanların fazlalığı dikkat çekiciydi. Ama mevsimin kış olması nedeniyle olsa gerek, canlı müzik, kukla gösterileri gibi etkinlikler hemen hemen hiç yoktu ortalarda.
 
Yukarıdaki temel metro haritası ile Prag’da çoğu yere ucuz ve kolayca gitmek mümkün. Prag’daki ikinci günümüzde önce Mustek’e gittik, oradan Eski Şehir Meydanına yürüdük. Bu bölgeyi olabildiğince gezmeye ve görmeye çalıştık. Prag’daki en dikkat çekici kentsel olgulardan birisi de şüphesiz bu kentin 150-200 yıl öncesinin dokusunu aynen korumuş olması. Evler ve diğer binalar masallardan çıkma küçük şatolar gibiydiler. Neredeyse tamamı heykel, resim gibi eserlerle desteklenmişti. Kapıları çok özenli yapılmış, süslenmiş ve korunmuş görünümdeydi. Yani birgün Prag’a sadece kapıların fotoğraflarını çekmek için bile gidilebilir gibi geldi bana. Kentte o denli çok küçük veya büyük müzeler, konser salonları, gösteri merkezleri var ki insan seçmekte zorlanıyor.
Şehrin yolları çok iyi durumda ve oldukça düzenliydi. Semtlerin adı, sokak ve caddelerin isimleri görünebilecek bir şekilde, şık tabelalarda yazılı olduğundan kaybolmak diye bir şey neredeyse söz konusu değil. Harita ve bu göstergeler sayesinde zaten herhangi bir kişiye adres sormadan dolaşmak olanaklı. Trafik akışkan, çok kalabalık da yok. İnsanlar sakin, korna sesleri, hız yapanlar, gereksiz şerit değişiklikleri, kırmızı ışık ihlalleri vb hiç yok. Yaya yolları, kaldırımlar son derece güzel ve hayatı kolaylaştırıcı bir şekilde düzenlenmiş. En kalabalık zamanda bile trafik karmaşası yaşanmıyor şehirde.

Mustek, Eski Şehir Meydanı, Karlovmost (Charles Köprüsü) arasında Prag’ın turistik ve artistik özellikleri olan cam, kristal süs eşyaları satılan mağazaları ile kukla dükkanlarını görmek, buralardan alışveriş yapmak olası. Kristal eşyalar dışındakilerin ve gerçek kuklaların dışında fiyatlar çok fazla değildi.


Eski Şehir Meydanı, Prag’ın en ünlü ve önemli görsel mekanlarından birisi. Bu meydanda üç görkemli yapı var: Astronomik Saat Kulesi, Saint Nicholas Katedrali, Tyn’s katedrali. Bir de Çeklerin ulusal kahramanı Jan Hus’un heykeli mevcut burada. Meydanın etrafında restoranlar, açık-kapalı kafeler mevcut. Biz oradayken bu meydanda herhangi bir gösteriye denk gelmedik ama aslında burada yoğun bir canlılığın olduğu söylenmişti bize. Prag’ı bir de baharında ziyaret etmek gerek.
 

Astronomik saat 1600’lı yıllardan beri hatasız ve aralıksız olarak zamanı gösteriyormuş. Özelliklerinden birisi de saat başlarında her biri farklı küçük heykelciklerin görünmesi ve bir geçit töreni yapmaları. Saati tasarlayan ve yapan ustaların ise bu saatten daha mükemmel bir eser yapmasınlar diye dönemin hükmedeni tarafından öldürülmeleri de ayrı bir hikaye. Tyn’s Katedrali, Prag’ın atmosferinin oluşmasında önemli etkileri olan gotik tarzı yapıların ikinci görkemli olanı. Birincisi kale içinde yer alan St. Vitus katedrali. Tyn’s katedralinin önemli bir bir özelliği de astronom Tycho Brahe’nin mezarının katedralin içinde yer alıyor olması. Saint Nicholas katedrali ise daha bize yakın dönemlere ait bir yapı (barok tarzı olabilir), içini gezmek fırsatımız olmadı.
Prag’da yemek-içmek konusunda ne yazık ki lezzet aramamak gerek çünkü yerel yemeklerin birçoğu ağız tadımızla hiç uyuşmadı. Bunun dışında da pastaydı, börekti, fast-food yiyecekler gibi uluslararası tatlarda dahi bir lezzetsizlik vardı. Yani şöyle iyi bir yemek yemek, tatlı, pasta bulamadık doğrusu. Ama bizim en çok keyif aldığımız yerlerden birisi Cafe Slavia oldu. Vltava nehri kıyısında Ulusal Tiyatronun hemen karşısında köşe başında yer alan iç mimarisi ve hizmeti ile diğer yerlere göre iyi bir restoran-kafeydi. Nazım’ın Prag’dayken buraya sıkça geldiğini öğrendik. Buradaki spesyalitelerden birisi içi oyulmuş ekmek içerisinde gelen yöresel bir sebze çorbasıydı. Yemeklerin tadı idare ederdi, ortam da güzeldi. Hem gençler hem de orta yaş ve üzeri elit tabaka aynı mekanı paylaşıyorlardı. Cafe Slavia’nın hemen karşısında ise görkemli Ulusal Tiyatro vardı. Güzel ve büyük bir yapıydı ancak tadilatta olması nedeniyle içerisine giremedik.

Prag’dayken farklı tur organizasyonları yaparak Çek Cumhuriyetinin diğer şehirlerini de görmek olanağı var. Bu şehirlerin en güzeli ve bence de olmazsa olmazı Karlovy Vary. Kaplıcalar şehri. Ülkenin kuzeybatısında yer alıyor ve Prag’a yaklaşık 120 km mesafede, Almanya sınırına yakın bir şehir. Biz bir tura katılmaktansa otomobil kiralayarak dolaşmanın daha iyi olacağını düşünüp arabayla yola çıktık. Yol boyunca gördüklerimizden ülke hakkında da fikir sahibi olmuş olduk. Genel olarak tarım arazisi olarak kullanılan geniş ovalar var. Yol boyunca çok fazla şerbetçiotu ekimi yapılmış tarla vardı. Yollar genelde gidiş-geliş tek yol, kimi zaman ise bölünmüş yol halindeydi ve kalabalık değildi. Çok güzel, şiirsel görüntülerin olduğu, doğa harikası yerlerden geçmedik. Karlovy Vary’ye yakın ormanlık ve dağlık bir yerde tipiye yakalandık ama ulaşımı engelleyecek kadar değildi. Yaklaşık 2 saatlik bir yolculuğun ardından Karlovy Vary’ye ulaştık.

Karlovy Vary’nin en önemli özelliği kaplıcalar şehri olması ve bu haliyle Avrupa’nın sıcak su tedavi (SPA) merkezi konumunda bulunması. Birçok ünlü devlet adamı, yazar, sanatçı ya tedavi ya da tatil ve dinlenmek amacıyla yaşamının bir kısmında burada bulunmuşlar. Mustafa Kemal de böbrekleriyle ilgili problemi nedeniyle kısa bir süre burada tedavi için bir otelde kalmış. Şehrin diğer bir özelliği de cam sanatının burada daha yoğun olması. Cam eşya fabrikası Moser burada. Bir de uluslar arası film festivali var. Sinema endüstrisinin önemli organizasyonlarından birisi, aslında festivale denk getirip gitmek güzel olabilir.
Şehir, Prag gibi nehir kenarında kurulu, Tepla nehrinin. Şehrin hemen dikkati çeken özelliği mimari durumunun neredeyse bütünüyle eski halini koruduğu. Binalar ilk yapıldıkları halleriyle duruyor ve o şekilde restore ediliyorlar. Şehrin estetiğini tek bozan şey Rus mafyasının güya modern anlayışla yaptırmış olduğu çok katlı, hiçbir özelliği olmayan bir otel binasıydı. Şehir bir boydan diğerine bir günde gezilebilir. Akşam saatlerini orada geçirmenizi öneririm, çünkü gecenin renkleriyle ayrı bir güzel olmuştu.

Saat 19:30 civarında dönüş yolculuğumuz başladı. Akşama Prag’da devam ettik. Kenti önce arabayla turladık ardından Charles köprüsünü gece ışıklarıyla görme fırsatını yakaladık. Eski Şehir Meydanı, Mustek derken otelimize döndük ve ertesi gün için bir başka görülmesi gereken yerler listesinde olan Kutna Hora’ya gitmek üzere sözleştik.
Kutna Hora, Prag’a yaklaşık 70- 80 km uzaklıkta, başkentin doğusunda, UNESCO’nun koruması altına aldığı küçük şehirlerden birisi. Burada görülmesi gereken iki yer var: şehrin içindeki gotik katedral (St. Barbara), diğeri deİskeletler Kilisesi. Biz, sabah saatlerinde Kutna Hora’daydık, İskeletler Kilisesini arandık. Çok küçük, sakin bir köydü. Hafiften kar yağıyordu ama hava çok soğuk değildi. Kiliseyi merak ettiğimizden öncelikle içine yöneldik. Şaşkınlık! Gerçekten kilisenin içerisindeki her şey, ama her şey gerçek insan iskeletleri, kafatasları ile güya süslenmişti. Hümanistik düşünce sistemimin bu türlü bir “süsleme” sanatını anlaması mümkün değildi, midemin kalktığını hissettim. Bu kiliseyi yaptırmış olan Schwarzenberg ailesi, Türklere olan nefretleri ve savaşları ile meşhurmuş. Ailenin iskeletlerle yapılmış Türk’ün gözünü oyan kartal (karga mıydı?) temalı arması da kilisenin içindeydi. Bizimle aynı sıralarda orada bulunan Rus kafilesindeki genç kızların iskeletlerle fotoğraf çektirme çabaları ayrıca irdelenmesi gereken bir durum tabii. Bu arada Rus rehberin bu iskeletlerin Türklere ait olduğunu söylemesi ile Kutna Hora’dan biran önce uzaklaşmak isteğimiz iyice depreşti. Gitmeden önce rehbere gerekenleri söylediğimizi de belirtmeliyim bu arada.
 
Kendimizi bir evveli kafataslarının arasından masalsı, romantik Prag’a attık. Kiraladığımız arabayı yerine teslim ettikten sonra o öğleden sonrayı Ulusal Müze’yi gezerek geçirdik. Müzenin içi çok geniş salonlarda oluşuyor. Üç katlı ve gösterişsiz bir yer. Jeolojik, antropolojik, fosil ve iskelet buluntuları sergilenen bir doğa müzesi burası. Yalnız her şey çok güzel ve detaylı sınıflandırılmış, çalışan bilim adamlarının hepsine şükran ve hayranlık duyuyor insan. Müze içerisinde fotoğraf çekmek ücretli ve bu durum Prag’daki birçok iç mekan için geçerli.
Prag’daki son gece ve günümüzü tamamen Kale (Hradcany) ve Karlovmost’a ayırdık. İlk gün kabaca Kale’yi gezmiş olduğumuzdan neyi nerede bulacağımızı, nelere daha iyi bakacağımızı biliyorduk.
Ankara’daki Çankaya’ya benzer bir semtin içinden geçip arka tarafından Kale’ye girdik. Büyük ve ihtişamlı St. Vitus katedralini bu taraftan da görmüş olduk böylece. Kale, 1200’lü yıllarda yapılmış. Farklı tarihlerde bazı eklentiler olmuş ve şimdiye dek de oldukça iyi korunmuş bir halde ayakta kalmış. Geniş bir alana yayılan Kalenin içerisinde Başkanlık Sarayı, St. Vitus katedrali, bazilikalar, küçük saraylar, şirin küçük rengarenk evler, bir sürü kafe ve müzeler var.

Kalenin içini gezerek şehre doğru inilebiliyor. Kentle Kale arasındaki bağlantıyı aşıklar köprüsü Karlovmost sağlıyor. Kaleden eski Prag’a tepeden bakılabiliyor. Şehre doğru giden dar sokaklar ve köprünün üzeri sokak satıcıları ile dolu. Buradan reprodüksiyonlar, orijinal resimler, hediyelik eşyalar, kuklalar alınabilir. Pazarlık yapılabiliyor ve fiyatlar da hesaplı. Kale içindeki sarayların salonlarında her an bir konser olması olasılığı var. Biz de 17.yy’dan kalma küçük bir salonda bir saatlik oda müziği konserine katıldık. Çeklerin, dünyayı sallayan yazarları F. Kafka’nın kısa bir süre konakladığı küçücük ev de çok şirin bir sokakta. Kitapçı haline getirilmiş, biz oradayken kar yağmaya başladı ve maviyle çok hoş bir birliktelik oluştu.

Kalede bizim için önemli bir işaret gördük; hemen St. Vitus katedralinin yanıbaşındaydı. Başkanlık sarayının avlusuna dikilmiş tepesinde altın bir piramit olan yekpare granitten bir dikilitaş. Melekler ve Şeytanları okuyanların hemen anımsayacağı İlluminati’nin simgesi. O simgeyi, avluya Çeklerin demokrasiye geçtikleri dönemde seçilen ilk başkanlarının yaptırdığını öğrendik.

Kaleden yavaşça Karlovmost’a doğru ilerlerken alışverişimizi de yaptık. Karlovmost 150-200m uzunluğunda ve 20m enindeydi ve parke taşlarla döşeliydi. İki ucunda kulelerin, iki yanında heykellerin olduğu, Vltava nehrine kurulu, cazibeli, güzel bir köprüydü. Aşıklar için gerçekten niye olduğunu anlayamadığım romantik bir havası var, gece görüntüsü ayrı bir güzel.

Karlovmost’u da doyasıya dolaştıktan sonra soğuğun çarpıcı etkisi, yeni yerler görmenin dayanılmaz hafifliğiyle bezeli yorgunluğumuzla otelimize döndük ve dönüş için hazırlandık. Geceleyin Atlas Jete atladık ve ver elini güzel ülkem.

Vefa Klinik tüm hakları saklıdır © 2017.